Galatasaray'ın ve türk futbol tarihi'nin gelmiş geçmiş en büyük maçı.
bu maçı 100 kere oynasak, 99'undan mağlup ayrılacağımızdan eminim ben. ama o gece kazandık. bir şey oldu, biraz inanç, biraz motivasyon, biraz gayret, biraz başka şeyler, bilmiyorum.. ama o gece başka bir şey vardı sahada, eminim.
mesela adamlar 115'te öyle bir gol kaçırdı ki (veya taffarel öyle bi iş çıkardı ki) aynı pozisyon 100 kere gelse, 90'ında fileleri öperdi henry. ama o gece biz onları öptük. bazen futbolda acaip şeyler oluyor. mesela hakan şükür'ün, bu finale gelen yolda attığı iki gol vardır ki, o klasik hakan şükür gollerine hiç benzemez. birini borussia dortmund filelerine gönderdi, sanırım arif'in (ergün de olabilir, tam hatırlamıyorum) kestiği topu önce alıp ardından inanılmaz bir dönüşle doksana takarak; diğerinde ise leeds united defansını maymun ederek. zaten ikinci gol, adamın bütün kariyerindeki en baba beş golden biridir. (bence bir diğeri de borussia golüdür; belçika'ya attığı kafa golü, hollanda'yı ve almanya'yı yendiğimiz golleri de unutulmazdır. bir de tabi 2002'deki, güney kore'ye attığı rekor golü var).
o zamanlar çok iyi takımdık biz. evet, galatasaraylıyım ben. hem de öyle böyle değil, iliklerime kadar. ama futbol sahada oynanıyor işte. Ankaradayım ve maçı en heyecanla izleyebileceğimiz, en baba yere gitmiştik: kızılay meydanı'na. orayı dolduran inanılmaz kalabalığın içinde ben de vardım. binlerce kişiyle izledik dev ekranlardan.
ilk yarı kabus gibiydi. içimden, bildiğim bütün duaları okuyor, bir taraftan da arif erdem'in geçmişlerine sevgilerimi yolluyordum. adam öyle poziyonlar kaçırdı ki, ulan zaten iki kere gitmişiz rakip kaleye, yapılır mı bu gözünü sevdiğim (tabi kazandık ya artık, gözünü sevdiğim filan; o zaman öyle demiyorduk).
ikinci yarıda hafif hafif dengelemeye başladık. ama adamlar çok pis geliyordu. özellikle o henry yok mu, illet ediyordu kızılay'daki onbinleri (biraz abartıyorum, evet). aslında kimsenin kendine itiraf edemediği şey, maçın penaltılara gitmesi arzusuydu. içimden bir ses, biz bu hayvanlara sabaha kadar gol atamayız, bu kupayı alacaksak böyle alırız diyordu. ama bu ses, herkesin içindeydi o ana kadar.
ama o an... öyle bir an geldi ki, artık içteki sesler dışarıya çıktı, herkes ne olur penaltılara kalalım diye dualar etmeye başladı. çünkü en olmasını istemeyeceğimiz şey de oldu. bülent korkmaz zaten kelle koltukta oynuyordu da, en baba adamımız da atıldı. hagi'nin ihracı ile 10 kişi kaldık. o an, maçın başından beri ortamın havası bozulmasın diye açıktan dillendirilmeyen bir şey daha dillere düştü: emre'nin sülalesindeki hanımlar. çünkü o an, ona çok ihtiyacımız vardı. en çok sahada olması gereken maçı tribünden izliyordu, ve bizim 10 numaramız da ihraç edilmişti. ki takımın bütün sistemi, onun ve hakan şükür'ün üzerine kuruluydu. ah emre, ah. neyse ki o gün sevindik, eğer kaybetseydik, bugün böyle ah emre filan değil de başka şeyler yazardık tabi. evet türk'üz, ve evet skora göre yorum yapan bir milletiz biz. gerçi emreye şimdi çok daha kötü şeyler söylemiyor değilim hani.
artık herkes, yalnızca ama yalnızca bir tek şey için dua ediyordu: ne olur bitsin şu dakikalar ve penaltılarda ne olacaksa olsun. ama zaman hiç geçmiyordu. sanırım einstein, izafiyet teorisini kızılay meydanı'nda yeniden gözden geçirmeliydi o gün. zaman geçmiyor, dakikalar bitmiyor, adamlar saldırdıkça saldırıyordu. 110 ile 117 arası kabus gibi geçti. yanılmıyorsam üç veya dört defa hayvan gibi geldiler. hele 115, oyunun kırıldığı, artık kaderin de o gün bizi istediğine inandığımız dakika oldu. henry'nin kafası taffarel'in ellerinde erirken, biz de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldık meydanda.
hava sıcaktı ve inanılmaz bir izdiham vardı. binlerce insan, neredeyse birbirinin üzerine çullanmış vaziyette kendinden geçmişçesine maça konsantre olmuş, en ufak bir atakta korkunç dalgalanmalar yaşanıyor ve izdiham gitgide daha tehlikeli bir hal alıyordu. sıcaktan ve kalabalıktan bunalıp baygınlık geçiren bir kaç hanım futbolsever gördüm, dakikalar 116 civarındayken. artık heyecan, kalbin taşıyabileceğinden çok daha yükseğe çıkmış, tarihimizde ilk kez bir avrupa şampiyonluğuna bu kadar yaklaşmıştık. üstelik bu, çocukluğumdan beri canım gibi sevdiğim renkleri taşıyan takımın mücadelesiydi. ve biz de meydanda en az onlar kadar çırpınıyorduk.
tam kaldırımın bittiği noktadaydım ben. bu, önümdeki kişiye göre bana açıkça 15 cm civarında bir avantaj sağlıyor, ayrıca izdihamın dalgalandığı anlarda elemanın omuzlarından tutarak düşmemeyi başarıyordum. ve tabii ki sahneyi de rahat izliyordum böylece. fakat heyecan ve izdiham dayanılmaz hale gelmişti. uzatmalar da bitmeden, erkek taraftarlardan da baygınlık geçirenler oldu. şükür ki, ezilmeler filan olmadı tabi. belediyenin ise nihayet aklına gelmiş olacak ki, havadan insanların üzerine su serpmeye başladılar. bu, herkesi gülümseten çok güzel bir gelişme oldu. çünkü gerçekten bir nebze rahatladık bu uygulamayla. ankara itfayesi :)
ama asıl yüzümüzün güleceği anlar gelmemişti. ve nihayet... 120 dakikayı bitiren, o cehennem azabına son veren düdük çaldı. kupayı almıştık, evet. bunun aksini o an hiç kimse iddia edemezdi. herkes gibi ben de bütün kalbimle inanıyordum ki, bu saatten sonra biz bu kupayı vermeyecektik. hagi atılmış, bülent sakat sakat oynamış, üstelik hayatında ilk defa buralara gelmiş aç bir takımdık. 120 dakikadan alnımızın akıyla ayrıldıysak, bundan gerisi çocuk oyuncağıydı. ben artık stresi filan atmıştım, gerçeği söylemek gerekirse, o an artık endişeli tek bir yüz bile görmek imkansızdı o kalabalıkta.
çünkü çok iyi penaltıcılarımız vardı, ve gerçekten çok klas bir kalecimiz. hakan topun başına geldiğinde, ben atıyorum gibi inanıyordum topu filelere takacağına. kraldı, ve gerçekten en klas dönemiydi o dönem. tabi ki yazdı. diğerleri zaten penaltıları atmasından zerre kadar endişe etmeyeceğim adamlardı. biz takıma güveniyorduk, önemli olan rakibin kaçırmasıydı. ki, o da gecikmedi zaten. üstelik berbat denebilecek bir oranda harcadılar penaltı şanslarını. ve popescu sonucu ilan ettiğinde, artık kızılay meydanı gerçek bir karnavala dönüşmüştü.
o an, hayatımda ilk defa ölüme bu kadar yaklaştığımı hatırlıyorum. ezilmemek için, arkadaşımla nasıl dirsek dirseğe tutunduğumuzu, bi ara kuzenimin omuzlarına çıktığımı, kaldırımdan düştüğümü, insanların birbirini ezmemek için nasıl insanüstü bir gayretle oraya buraya savrulduğunu hatırlıyorum. ve tabi ki, yaşadığımız o eşsiz gururu hatırlıyorum.
bir daha mı? çok zor biliyorum ama; neden olmasın be...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder