Aşk kadar kolay değildi hikayelerimden çıkan hisler. bir ileri, bir geri savurdu bedenimi yıllarca. Onsuz olmak onunla olmaktan çok daha güzeldi. Ne de olsa aşk dediğin ona yüklediğin anlmadan ibaretti. Belki onu gerçekten tanımış olsam bu kadar sevmezdim. Herkesten ve herşeyden en kolay kaçtığım yerimdi belkide. Ne gereksiz hırslarla, ne de anlamsız egolarımla karıştırdım onu. Olduğu kadar sevdim, olduu kadar tattım... "O beni sevdi mi?" diye çok fazla düşünmedim. Benim onu sevmemle, onun sevgisinin ne alakası olabilirdi esasında...
....O benim sonsuzluğum, ben ise onun için hiç bilmediği biri olmuştum. Sesimi duyuramadığım, boğulduğum; sevgimi paylaşmaktan yorulduğum. Aşkla beslenip her seferinde ondan doğru doğduğum. Aşkla beslenip her seferinde yoğrulduğum... Eksilebileceğim korkusuyla adım atarken çoğaldığım. Bir şey kadar sevebilmemin cesaretiyle ben "ben" oldum. Bir şey gördüm onun gözlerinde; çok sıcak, tanıdık, aşktan ve varoluştan... Hiç inanmadım biteceğine. Bunu her nefeste dile getirmekten hiç korkmadım. Benim aşkım o olduğu sürece değil ben varolduğum sürece vardı..
Popüler Yayınlar
-
Öncelikle söylenmesi ve atlanmaması gereken şeyleri söyleyeyim de daha sonra "vay efendim niye demedin" denmesin. Film ekibinde ...
-
eskiden küçüktük biz. eskiden diyorum. eskimiz vardı bizim. artık "lan bizim zamanımızda da ... " diye başlayan cümleler kurabiliy...
20 Mayıs 2011 Cuma
17 Mayıs 2011 Salı
Aşk kadar kolay değildi hikayelerimden çıkan hisler. bir ileri, bir geri savurdu bedenimi yıllarca. Onsuz olmak onunla olmaktan çok daha güzeldi. Ne de olsa aşk dediğin ona yüklediğin anlmadan ibaretti. Belki onu gerçekten tanımış olsam bu kadar sevmezdim. Herkesten ve herşeyden en kolay kaçtığım yerimdi belkide. Ne gereksiz hırslarla, ne de anlamsız egolarımla karıştırdım onu. Olduğu kadar sevdim, olduu kadar tattım... "O beni sevdi mi?" diye çok fazla düşünmedim. Benim onu sevmemle, onun sevgisinin ne alakası olabilirdi esasında...
....O benim sonsuzluğum, ben ise onun için hiç bilmediği biri olmuştum. Sesimi duyuramadığım, boğulduğum; sevgimi paylaşmaktan yorulduğum. Aşkla beslenip her seferinde ondan doğru doğduğum. Aşkla beslenip her seferinde yoğrulduğum... Eksilebileceğim korkusuyla adım atarken çoğaldığım. Bir şey kadar sevebilmemin cesaretiyle ben "ben" oldum. Bir şey gördüm onun gözlerinde; çok sıcak, tanıdık, aşktan ve varoluştan... Hiç inanmadım biteceğine. Bunu her nefeste dile getirmekten hiç korkmadım. Benim aşkım o olduğu sürece değil ben varolduğum sürece vardı.
....O benim sonsuzluğum, ben ise onun için hiç bilmediği biri olmuştum. Sesimi duyuramadığım, boğulduğum; sevgimi paylaşmaktan yorulduğum. Aşkla beslenip her seferinde ondan doğru doğduğum. Aşkla beslenip her seferinde yoğrulduğum... Eksilebileceğim korkusuyla adım atarken çoğaldığım. Bir şey kadar sevebilmemin cesaretiyle ben "ben" oldum. Bir şey gördüm onun gözlerinde; çok sıcak, tanıdık, aşktan ve varoluştan... Hiç inanmadım biteceğine. Bunu her nefeste dile getirmekten hiç korkmadım. Benim aşkım o olduğu sürece değil ben varolduğum sürece vardı.
17 Mayıs 2000. Hayal meyal bunlar var kafamda.
Galatasaray'ın ve türk futbol tarihi'nin gelmiş geçmiş en büyük maçı.
bu maçı 100 kere oynasak, 99'undan mağlup ayrılacağımızdan eminim ben. ama o gece kazandık. bir şey oldu, biraz inanç, biraz motivasyon, biraz gayret, biraz başka şeyler, bilmiyorum.. ama o gece başka bir şey vardı sahada, eminim.
mesela adamlar 115'te öyle bir gol kaçırdı ki (veya taffarel öyle bi iş çıkardı ki) aynı pozisyon 100 kere gelse, 90'ında fileleri öperdi henry. ama o gece biz onları öptük. bazen futbolda acaip şeyler oluyor. mesela hakan şükür'ün, bu finale gelen yolda attığı iki gol vardır ki, o klasik hakan şükür gollerine hiç benzemez. birini borussia dortmund filelerine gönderdi, sanırım arif'in (ergün de olabilir, tam hatırlamıyorum) kestiği topu önce alıp ardından inanılmaz bir dönüşle doksana takarak; diğerinde ise leeds united defansını maymun ederek. zaten ikinci gol, adamın bütün kariyerindeki en baba beş golden biridir. (bence bir diğeri de borussia golüdür; belçika'ya attığı kafa golü, hollanda'yı ve almanya'yı yendiğimiz golleri de unutulmazdır. bir de tabi 2002'deki, güney kore'ye attığı rekor golü var).
o zamanlar çok iyi takımdık biz. evet, galatasaraylıyım ben. hem de öyle böyle değil, iliklerime kadar. ama futbol sahada oynanıyor işte. Ankaradayım ve maçı en heyecanla izleyebileceğimiz, en baba yere gitmiştik: kızılay meydanı'na. orayı dolduran inanılmaz kalabalığın içinde ben de vardım. binlerce kişiyle izledik dev ekranlardan.
ilk yarı kabus gibiydi. içimden, bildiğim bütün duaları okuyor, bir taraftan da arif erdem'in geçmişlerine sevgilerimi yolluyordum. adam öyle poziyonlar kaçırdı ki, ulan zaten iki kere gitmişiz rakip kaleye, yapılır mı bu gözünü sevdiğim (tabi kazandık ya artık, gözünü sevdiğim filan; o zaman öyle demiyorduk).
ikinci yarıda hafif hafif dengelemeye başladık. ama adamlar çok pis geliyordu. özellikle o henry yok mu, illet ediyordu kızılay'daki onbinleri (biraz abartıyorum, evet). aslında kimsenin kendine itiraf edemediği şey, maçın penaltılara gitmesi arzusuydu. içimden bir ses, biz bu hayvanlara sabaha kadar gol atamayız, bu kupayı alacaksak böyle alırız diyordu. ama bu ses, herkesin içindeydi o ana kadar.
ama o an... öyle bir an geldi ki, artık içteki sesler dışarıya çıktı, herkes ne olur penaltılara kalalım diye dualar etmeye başladı. çünkü en olmasını istemeyeceğimiz şey de oldu. bülent korkmaz zaten kelle koltukta oynuyordu da, en baba adamımız da atıldı. hagi'nin ihracı ile 10 kişi kaldık. o an, maçın başından beri ortamın havası bozulmasın diye açıktan dillendirilmeyen bir şey daha dillere düştü: emre'nin sülalesindeki hanımlar. çünkü o an, ona çok ihtiyacımız vardı. en çok sahada olması gereken maçı tribünden izliyordu, ve bizim 10 numaramız da ihraç edilmişti. ki takımın bütün sistemi, onun ve hakan şükür'ün üzerine kuruluydu. ah emre, ah. neyse ki o gün sevindik, eğer kaybetseydik, bugün böyle ah emre filan değil de başka şeyler yazardık tabi. evet türk'üz, ve evet skora göre yorum yapan bir milletiz biz. gerçi emreye şimdi çok daha kötü şeyler söylemiyor değilim hani.
artık herkes, yalnızca ama yalnızca bir tek şey için dua ediyordu: ne olur bitsin şu dakikalar ve penaltılarda ne olacaksa olsun. ama zaman hiç geçmiyordu. sanırım einstein, izafiyet teorisini kızılay meydanı'nda yeniden gözden geçirmeliydi o gün. zaman geçmiyor, dakikalar bitmiyor, adamlar saldırdıkça saldırıyordu. 110 ile 117 arası kabus gibi geçti. yanılmıyorsam üç veya dört defa hayvan gibi geldiler. hele 115, oyunun kırıldığı, artık kaderin de o gün bizi istediğine inandığımız dakika oldu. henry'nin kafası taffarel'in ellerinde erirken, biz de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldık meydanda.
hava sıcaktı ve inanılmaz bir izdiham vardı. binlerce insan, neredeyse birbirinin üzerine çullanmış vaziyette kendinden geçmişçesine maça konsantre olmuş, en ufak bir atakta korkunç dalgalanmalar yaşanıyor ve izdiham gitgide daha tehlikeli bir hal alıyordu. sıcaktan ve kalabalıktan bunalıp baygınlık geçiren bir kaç hanım futbolsever gördüm, dakikalar 116 civarındayken. artık heyecan, kalbin taşıyabileceğinden çok daha yükseğe çıkmış, tarihimizde ilk kez bir avrupa şampiyonluğuna bu kadar yaklaşmıştık. üstelik bu, çocukluğumdan beri canım gibi sevdiğim renkleri taşıyan takımın mücadelesiydi. ve biz de meydanda en az onlar kadar çırpınıyorduk.
tam kaldırımın bittiği noktadaydım ben. bu, önümdeki kişiye göre bana açıkça 15 cm civarında bir avantaj sağlıyor, ayrıca izdihamın dalgalandığı anlarda elemanın omuzlarından tutarak düşmemeyi başarıyordum. ve tabii ki sahneyi de rahat izliyordum böylece. fakat heyecan ve izdiham dayanılmaz hale gelmişti. uzatmalar da bitmeden, erkek taraftarlardan da baygınlık geçirenler oldu. şükür ki, ezilmeler filan olmadı tabi. belediyenin ise nihayet aklına gelmiş olacak ki, havadan insanların üzerine su serpmeye başladılar. bu, herkesi gülümseten çok güzel bir gelişme oldu. çünkü gerçekten bir nebze rahatladık bu uygulamayla. ankara itfayesi :)
ama asıl yüzümüzün güleceği anlar gelmemişti. ve nihayet... 120 dakikayı bitiren, o cehennem azabına son veren düdük çaldı. kupayı almıştık, evet. bunun aksini o an hiç kimse iddia edemezdi. herkes gibi ben de bütün kalbimle inanıyordum ki, bu saatten sonra biz bu kupayı vermeyecektik. hagi atılmış, bülent sakat sakat oynamış, üstelik hayatında ilk defa buralara gelmiş aç bir takımdık. 120 dakikadan alnımızın akıyla ayrıldıysak, bundan gerisi çocuk oyuncağıydı. ben artık stresi filan atmıştım, gerçeği söylemek gerekirse, o an artık endişeli tek bir yüz bile görmek imkansızdı o kalabalıkta.
çünkü çok iyi penaltıcılarımız vardı, ve gerçekten çok klas bir kalecimiz. hakan topun başına geldiğinde, ben atıyorum gibi inanıyordum topu filelere takacağına. kraldı, ve gerçekten en klas dönemiydi o dönem. tabi ki yazdı. diğerleri zaten penaltıları atmasından zerre kadar endişe etmeyeceğim adamlardı. biz takıma güveniyorduk, önemli olan rakibin kaçırmasıydı. ki, o da gecikmedi zaten. üstelik berbat denebilecek bir oranda harcadılar penaltı şanslarını. ve popescu sonucu ilan ettiğinde, artık kızılay meydanı gerçek bir karnavala dönüşmüştü.
o an, hayatımda ilk defa ölüme bu kadar yaklaştığımı hatırlıyorum. ezilmemek için, arkadaşımla nasıl dirsek dirseğe tutunduğumuzu, bi ara kuzenimin omuzlarına çıktığımı, kaldırımdan düştüğümü, insanların birbirini ezmemek için nasıl insanüstü bir gayretle oraya buraya savrulduğunu hatırlıyorum. ve tabi ki, yaşadığımız o eşsiz gururu hatırlıyorum.
bir daha mı? çok zor biliyorum ama; neden olmasın be...
bu maçı 100 kere oynasak, 99'undan mağlup ayrılacağımızdan eminim ben. ama o gece kazandık. bir şey oldu, biraz inanç, biraz motivasyon, biraz gayret, biraz başka şeyler, bilmiyorum.. ama o gece başka bir şey vardı sahada, eminim.
mesela adamlar 115'te öyle bir gol kaçırdı ki (veya taffarel öyle bi iş çıkardı ki) aynı pozisyon 100 kere gelse, 90'ında fileleri öperdi henry. ama o gece biz onları öptük. bazen futbolda acaip şeyler oluyor. mesela hakan şükür'ün, bu finale gelen yolda attığı iki gol vardır ki, o klasik hakan şükür gollerine hiç benzemez. birini borussia dortmund filelerine gönderdi, sanırım arif'in (ergün de olabilir, tam hatırlamıyorum) kestiği topu önce alıp ardından inanılmaz bir dönüşle doksana takarak; diğerinde ise leeds united defansını maymun ederek. zaten ikinci gol, adamın bütün kariyerindeki en baba beş golden biridir. (bence bir diğeri de borussia golüdür; belçika'ya attığı kafa golü, hollanda'yı ve almanya'yı yendiğimiz golleri de unutulmazdır. bir de tabi 2002'deki, güney kore'ye attığı rekor golü var).
o zamanlar çok iyi takımdık biz. evet, galatasaraylıyım ben. hem de öyle böyle değil, iliklerime kadar. ama futbol sahada oynanıyor işte. Ankaradayım ve maçı en heyecanla izleyebileceğimiz, en baba yere gitmiştik: kızılay meydanı'na. orayı dolduran inanılmaz kalabalığın içinde ben de vardım. binlerce kişiyle izledik dev ekranlardan.
ilk yarı kabus gibiydi. içimden, bildiğim bütün duaları okuyor, bir taraftan da arif erdem'in geçmişlerine sevgilerimi yolluyordum. adam öyle poziyonlar kaçırdı ki, ulan zaten iki kere gitmişiz rakip kaleye, yapılır mı bu gözünü sevdiğim (tabi kazandık ya artık, gözünü sevdiğim filan; o zaman öyle demiyorduk).
ikinci yarıda hafif hafif dengelemeye başladık. ama adamlar çok pis geliyordu. özellikle o henry yok mu, illet ediyordu kızılay'daki onbinleri (biraz abartıyorum, evet). aslında kimsenin kendine itiraf edemediği şey, maçın penaltılara gitmesi arzusuydu. içimden bir ses, biz bu hayvanlara sabaha kadar gol atamayız, bu kupayı alacaksak böyle alırız diyordu. ama bu ses, herkesin içindeydi o ana kadar.
ama o an... öyle bir an geldi ki, artık içteki sesler dışarıya çıktı, herkes ne olur penaltılara kalalım diye dualar etmeye başladı. çünkü en olmasını istemeyeceğimiz şey de oldu. bülent korkmaz zaten kelle koltukta oynuyordu da, en baba adamımız da atıldı. hagi'nin ihracı ile 10 kişi kaldık. o an, maçın başından beri ortamın havası bozulmasın diye açıktan dillendirilmeyen bir şey daha dillere düştü: emre'nin sülalesindeki hanımlar. çünkü o an, ona çok ihtiyacımız vardı. en çok sahada olması gereken maçı tribünden izliyordu, ve bizim 10 numaramız da ihraç edilmişti. ki takımın bütün sistemi, onun ve hakan şükür'ün üzerine kuruluydu. ah emre, ah. neyse ki o gün sevindik, eğer kaybetseydik, bugün böyle ah emre filan değil de başka şeyler yazardık tabi. evet türk'üz, ve evet skora göre yorum yapan bir milletiz biz. gerçi emreye şimdi çok daha kötü şeyler söylemiyor değilim hani.
artık herkes, yalnızca ama yalnızca bir tek şey için dua ediyordu: ne olur bitsin şu dakikalar ve penaltılarda ne olacaksa olsun. ama zaman hiç geçmiyordu. sanırım einstein, izafiyet teorisini kızılay meydanı'nda yeniden gözden geçirmeliydi o gün. zaman geçmiyor, dakikalar bitmiyor, adamlar saldırdıkça saldırıyordu. 110 ile 117 arası kabus gibi geçti. yanılmıyorsam üç veya dört defa hayvan gibi geldiler. hele 115, oyunun kırıldığı, artık kaderin de o gün bizi istediğine inandığımız dakika oldu. henry'nin kafası taffarel'in ellerinde erirken, biz de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldık meydanda.
hava sıcaktı ve inanılmaz bir izdiham vardı. binlerce insan, neredeyse birbirinin üzerine çullanmış vaziyette kendinden geçmişçesine maça konsantre olmuş, en ufak bir atakta korkunç dalgalanmalar yaşanıyor ve izdiham gitgide daha tehlikeli bir hal alıyordu. sıcaktan ve kalabalıktan bunalıp baygınlık geçiren bir kaç hanım futbolsever gördüm, dakikalar 116 civarındayken. artık heyecan, kalbin taşıyabileceğinden çok daha yükseğe çıkmış, tarihimizde ilk kez bir avrupa şampiyonluğuna bu kadar yaklaşmıştık. üstelik bu, çocukluğumdan beri canım gibi sevdiğim renkleri taşıyan takımın mücadelesiydi. ve biz de meydanda en az onlar kadar çırpınıyorduk.
tam kaldırımın bittiği noktadaydım ben. bu, önümdeki kişiye göre bana açıkça 15 cm civarında bir avantaj sağlıyor, ayrıca izdihamın dalgalandığı anlarda elemanın omuzlarından tutarak düşmemeyi başarıyordum. ve tabii ki sahneyi de rahat izliyordum böylece. fakat heyecan ve izdiham dayanılmaz hale gelmişti. uzatmalar da bitmeden, erkek taraftarlardan da baygınlık geçirenler oldu. şükür ki, ezilmeler filan olmadı tabi. belediyenin ise nihayet aklına gelmiş olacak ki, havadan insanların üzerine su serpmeye başladılar. bu, herkesi gülümseten çok güzel bir gelişme oldu. çünkü gerçekten bir nebze rahatladık bu uygulamayla. ankara itfayesi :)
ama asıl yüzümüzün güleceği anlar gelmemişti. ve nihayet... 120 dakikayı bitiren, o cehennem azabına son veren düdük çaldı. kupayı almıştık, evet. bunun aksini o an hiç kimse iddia edemezdi. herkes gibi ben de bütün kalbimle inanıyordum ki, bu saatten sonra biz bu kupayı vermeyecektik. hagi atılmış, bülent sakat sakat oynamış, üstelik hayatında ilk defa buralara gelmiş aç bir takımdık. 120 dakikadan alnımızın akıyla ayrıldıysak, bundan gerisi çocuk oyuncağıydı. ben artık stresi filan atmıştım, gerçeği söylemek gerekirse, o an artık endişeli tek bir yüz bile görmek imkansızdı o kalabalıkta.
çünkü çok iyi penaltıcılarımız vardı, ve gerçekten çok klas bir kalecimiz. hakan topun başına geldiğinde, ben atıyorum gibi inanıyordum topu filelere takacağına. kraldı, ve gerçekten en klas dönemiydi o dönem. tabi ki yazdı. diğerleri zaten penaltıları atmasından zerre kadar endişe etmeyeceğim adamlardı. biz takıma güveniyorduk, önemli olan rakibin kaçırmasıydı. ki, o da gecikmedi zaten. üstelik berbat denebilecek bir oranda harcadılar penaltı şanslarını. ve popescu sonucu ilan ettiğinde, artık kızılay meydanı gerçek bir karnavala dönüşmüştü.
o an, hayatımda ilk defa ölüme bu kadar yaklaştığımı hatırlıyorum. ezilmemek için, arkadaşımla nasıl dirsek dirseğe tutunduğumuzu, bi ara kuzenimin omuzlarına çıktığımı, kaldırımdan düştüğümü, insanların birbirini ezmemek için nasıl insanüstü bir gayretle oraya buraya savrulduğunu hatırlıyorum. ve tabi ki, yaşadığımız o eşsiz gururu hatırlıyorum.
bir daha mı? çok zor biliyorum ama; neden olmasın be...
17 Mayıs 2000. Sevdiğim bi abimin kaleminden
sabah yanlış hatırlamıyorsam eğer 07:00'de uçağa bindik.
uçakta yasak olmasına rağmen cayır cayır sigara içtik. yanımızda bir çoğumuzun viski vardı, onları da bitirdik tabi haliyle.
bir ara pilotumuz anons yaptı: "sevgili galatasaraylılar, şu an romanya üzerinde uçmaktayız!" anında patlayan tezahüratı sanırım herkes tahmin eder. sözlükteki geri zekalı fb taraftarları tahmin edemeyeceği için söyleyim:"i love you hagi"
10:30 civarı kopenhag hava alanına indik. uçaktan pasaport kontrole plexiglass kaplı köprüden yürüyerek giderken bir de ne görelim, sağımızda solumuzda ingiliz uçakları! vurmaya başladık duvarlara, "kapılar açılsın çatışmalar başlasın" eşliğinde!
dakika başı uçak iniyordu. ingilizler ellerini kollarını sallaya sallaya geçiyorlar pasaporttan. bizler bir elimizde pasaport ve vize kağıdı, diğer elimizde maç bileti, önce manyetik kapıdan geçiyor, sonra elle aramaya maruz kalıyor, en ufak bir şüphe durumunda özel arama odasına götürülüyorduk.
e tabi bu çile de sonlandı ve dışarı attık kendimizi. her yer ingiliz! ama adamlar çok sakin. bize el falan salladılar. biz de yanlarına gittik ufaktan. fotoğraflar çekildi. kimse kimseye bulaşmadı. (bu fotoğrafların tamamı taranmayı bekler halde evde sandıkta duruyor, izinlerde üşenmesem de halletsem o işi aslında!)
ardından romen tv kanalından kameraman ve bir spiker yanımıza yaklaşıp kendini tanıttı. yine "i love you hagi!"
klasik bir türk organizasyon rezaleti yaşandı ve bizi havaalanından alacak otobüsü yarım saat kadar bekledik. neredeyse öğle olmuştu. bizi su kanallarının olduğu yerde indirdiler, herkes dağıldı. içmeye devam ettik. tuborgun ana vatanındayız, haliyle biraya devam!
saat 14:30 gibi arsenal taraftarlarıyla tivoli meydanında iyi kapıştık. biz olaya sonradan katıldık. çok fena püskürttük ingiliz "kardeşlerimizi!" (sebahattin reis ve bir kaç yüz adam!) oralarda yaşayan avrupalı gençlerimiz de çılgın attılar kavgada. destekleri büyük oldu.
sonra saatler geçti, stada doğru hareketlendik. maçın başlamasına 45 dakika kala içeri girdik. yerimiz penaltıların atıldığı kale arkası, alt kat, davulların yanı. tabi asıl koltuğumuz nerede bilen yok. maç öncesi gösteriler, bira içmeye devam.
maçı anlatmıyorum, gerek var mı?
maçtan sonra havaalanına dönüş, salak ingilizler yanlışlıkla bizim çıkış yapacağımız tarafa girmişler. yaklaşık 20 kişi. onları "nazikçe" dışarı attık! bu arada danimarka polisi ellerinde tüm gün 30 cm lik plastik joplarla falan çok komiklerdi, asla ciddiye almadık tabi. en nihayetinde kahraman türk çevik kuvvet polisinin maçlarda nasıl davrandığı malum. 1984 / 14 yaşından beri tribünlerde olan bendeniz de tabi çokça nasiplenmişim, kim takar danimarka polisini!
hele hele stewardlar daha da komikti.
sonra uçağa bindik, gece yarısını geçti. sabah 05:00'e kadar kaldırmadılar uçağı. sebebi de dönüş bileti olup geri gelmeyen yaklaşık 50 kişi!
17 Mayıs 2000 için yazabileceğim kısaca bunlar, güzeldi be abi. bir ilkti, daha ne diyebilirim....
uçakta yasak olmasına rağmen cayır cayır sigara içtik. yanımızda bir çoğumuzun viski vardı, onları da bitirdik tabi haliyle.
bir ara pilotumuz anons yaptı: "sevgili galatasaraylılar, şu an romanya üzerinde uçmaktayız!" anında patlayan tezahüratı sanırım herkes tahmin eder. sözlükteki geri zekalı fb taraftarları tahmin edemeyeceği için söyleyim:"i love you hagi"
10:30 civarı kopenhag hava alanına indik. uçaktan pasaport kontrole plexiglass kaplı köprüden yürüyerek giderken bir de ne görelim, sağımızda solumuzda ingiliz uçakları! vurmaya başladık duvarlara, "kapılar açılsın çatışmalar başlasın" eşliğinde!
dakika başı uçak iniyordu. ingilizler ellerini kollarını sallaya sallaya geçiyorlar pasaporttan. bizler bir elimizde pasaport ve vize kağıdı, diğer elimizde maç bileti, önce manyetik kapıdan geçiyor, sonra elle aramaya maruz kalıyor, en ufak bir şüphe durumunda özel arama odasına götürülüyorduk.
e tabi bu çile de sonlandı ve dışarı attık kendimizi. her yer ingiliz! ama adamlar çok sakin. bize el falan salladılar. biz de yanlarına gittik ufaktan. fotoğraflar çekildi. kimse kimseye bulaşmadı. (bu fotoğrafların tamamı taranmayı bekler halde evde sandıkta duruyor, izinlerde üşenmesem de halletsem o işi aslında!)
ardından romen tv kanalından kameraman ve bir spiker yanımıza yaklaşıp kendini tanıttı. yine "i love you hagi!"
klasik bir türk organizasyon rezaleti yaşandı ve bizi havaalanından alacak otobüsü yarım saat kadar bekledik. neredeyse öğle olmuştu. bizi su kanallarının olduğu yerde indirdiler, herkes dağıldı. içmeye devam ettik. tuborgun ana vatanındayız, haliyle biraya devam!
saat 14:30 gibi arsenal taraftarlarıyla tivoli meydanında iyi kapıştık. biz olaya sonradan katıldık. çok fena püskürttük ingiliz "kardeşlerimizi!" (sebahattin reis ve bir kaç yüz adam!) oralarda yaşayan avrupalı gençlerimiz de çılgın attılar kavgada. destekleri büyük oldu.
sonra saatler geçti, stada doğru hareketlendik. maçın başlamasına 45 dakika kala içeri girdik. yerimiz penaltıların atıldığı kale arkası, alt kat, davulların yanı. tabi asıl koltuğumuz nerede bilen yok. maç öncesi gösteriler, bira içmeye devam.
maçı anlatmıyorum, gerek var mı?
maçtan sonra havaalanına dönüş, salak ingilizler yanlışlıkla bizim çıkış yapacağımız tarafa girmişler. yaklaşık 20 kişi. onları "nazikçe" dışarı attık! bu arada danimarka polisi ellerinde tüm gün 30 cm lik plastik joplarla falan çok komiklerdi, asla ciddiye almadık tabi. en nihayetinde kahraman türk çevik kuvvet polisinin maçlarda nasıl davrandığı malum. 1984 / 14 yaşından beri tribünlerde olan bendeniz de tabi çokça nasiplenmişim, kim takar danimarka polisini!
hele hele stewardlar daha da komikti.
sonra uçağa bindik, gece yarısını geçti. sabah 05:00'e kadar kaldırmadılar uçağı. sebebi de dönüş bileti olup geri gelmeyen yaklaşık 50 kişi!
17 Mayıs 2000 için yazabileceğim kısaca bunlar, güzeldi be abi. bir ilkti, daha ne diyebilirim....
15 Mayıs 2011 Pazar
Okumadan yürüme!
Bugün önemli bir gün. Yurdun birçok yerinde sansüre yeltenilmesine karşı bir yürüyüş tertipleniyor. Tarihe not düşülsün: Bugün Türkiye’de büyük bir kalabalık belki de ilk kez şu ya da bu siyasi partinin, ideolojinin taraftarı olma şartı aramaksızın sokağa çıkacak. Katılımcılara dünyanın en güçlü partisinin, yani özgürlüğün taraftarı demek de mümkün. “Bunlar seçim öncesine denk getirilmiş siyasi hareketler” diyenlere verilecek cevap da şu: elbette öyle değil. Ve elbette öyle! Halkı, siyasetçiler birbiriyle didişirken kenarda sessizce çekirdek çitlemek ve seçim yaklaştığı zaman yatağın altına saklanmak zorunda olan bir gerizekalı yığını gibi algılamamaya demokrasi diyorsak, bu eylem genç insanların demokrasi stajı sayılabilir.
Hükümet edenler, her tür kitlesel eylemin birilerinin güdümüne girmesinden endişelenir. Ben iktidar olsam ben de endişelenirdim. Ancak şu iyi bilinmeli ki, sansür karşıtı hareket direkt olarak iktidara yönelmiş bir tepki değil. Bu topraklarda bin yıldır sansürün her türüne talim etmiş, baskının ağababasını yaşamış insanlar tam da daraltılması planlanan internet sayesinde birbirlerinin varlığından haberdar olmaya başlıyorlar. Bu ağın genişlemesine, özgürleşmesine ve nefes almasına hangi iktidar ne kadar önayak olursa, yaptığı seçimlere azıcık saygı bekleyen vatandaşı da o kadar yanına çekecektir.
Bir de mesel anlatayım. Adamın biri demiş ki “Yahu sansür yok, bizi yanlış anladınız.” Hoca yapıştırmış cevabı: “Milletçek sürekli doğru amaç için yanlış şeyi yaparız, bir kere de yanlış amaç için doğru şeyi yapalım”
Bugün idrak edeceğimiz “primum movens” hayırlı olsun.
Eyleme katılacakların ciddi bir çoğunluğu “internet çocuğu”... Onların da büyük kısmı hayatında ilk kez bir eyleme katılıyor. Hayatında ilk kez dışarı çıkan bile var. 30 yıla yakın aktivizm tecrübeme dayanarak bu toy dostlara eylem yapmanın bazı kilit noktalarını anlatmak isterim.
* Dışarıya çıktığınız zaman zayıf sokak kedileri göreceksiniz. Normali budur. Sizinki obez.
* İstanbul’da olanlar Taksim-Tünel arasını yürüyecek. “Çabuk gideriz” diye metroya, tramvaya binmeyin. Bu bir yürüyüş. Kalabalık içinde rahat hissedin. İnsanların birçoğu size benzeyecek. Yürümekte zorlanırsanız önünüzdekini taklit edin.
* “Vay pornocular” diyenlerden sakınmak için “hayatında hiç porno izlememiş insan” ifadesi takınmalısınız. Şöyle : kaşlar hafif kalkık, dudaklar biraz “o”, biraz da “ü” gibi, burun delikleri serbest, bakışlar mağrur!
* Sakince yürürken bir anda bir gürültü patlarsa slogandır o. Paniğe kapılıp “İnternete eee-vet, ikshemstıraa baaa-zeeen, Lio-nel Mes-si” gibi bir şeyler saçmalayabilirsiniz, önemli değil. Doğru kafiyeyi hızla kaparsınız.
* Etrafınızda yüzlerce kumaş pantolonlu ve kahverengi deri montlu insan olacak. Onlar, nasıl desem, devlet memuru. Ellerindeki şey de telsiz. Skype’ın elde taşınanı gibi düşünün.
* Aniden VOHHİNYOOOOEEAAYY diye delişmen bir ses çıkararak üzerinize gelen dev bir araç görürseniz “adam haklı beyler” diyerek en yakın ara sokağa dalın. İnsan insana panzer.
* Böyle haklı bir eylemde, böyle kalabalık bir kitle ile yürümekten dolayı çok duygulanıp gözleriniz dolar da gözyaşlarınız inci tanesi gibi süzülmeye başlarsa hemen kendinize gelin. Oleoresin Capsicum o. Biber gazı.
Aziz Kedi
Hükümet edenler, her tür kitlesel eylemin birilerinin güdümüne girmesinden endişelenir. Ben iktidar olsam ben de endişelenirdim. Ancak şu iyi bilinmeli ki, sansür karşıtı hareket direkt olarak iktidara yönelmiş bir tepki değil. Bu topraklarda bin yıldır sansürün her türüne talim etmiş, baskının ağababasını yaşamış insanlar tam da daraltılması planlanan internet sayesinde birbirlerinin varlığından haberdar olmaya başlıyorlar. Bu ağın genişlemesine, özgürleşmesine ve nefes almasına hangi iktidar ne kadar önayak olursa, yaptığı seçimlere azıcık saygı bekleyen vatandaşı da o kadar yanına çekecektir.
Bir de mesel anlatayım. Adamın biri demiş ki “Yahu sansür yok, bizi yanlış anladınız.” Hoca yapıştırmış cevabı: “Milletçek sürekli doğru amaç için yanlış şeyi yaparız, bir kere de yanlış amaç için doğru şeyi yapalım”
Bugün idrak edeceğimiz “primum movens” hayırlı olsun.
Eyleme katılacakların ciddi bir çoğunluğu “internet çocuğu”... Onların da büyük kısmı hayatında ilk kez bir eyleme katılıyor. Hayatında ilk kez dışarı çıkan bile var. 30 yıla yakın aktivizm tecrübeme dayanarak bu toy dostlara eylem yapmanın bazı kilit noktalarını anlatmak isterim.
* Dışarıya çıktığınız zaman zayıf sokak kedileri göreceksiniz. Normali budur. Sizinki obez.
* İstanbul’da olanlar Taksim-Tünel arasını yürüyecek. “Çabuk gideriz” diye metroya, tramvaya binmeyin. Bu bir yürüyüş. Kalabalık içinde rahat hissedin. İnsanların birçoğu size benzeyecek. Yürümekte zorlanırsanız önünüzdekini taklit edin.
* “Vay pornocular” diyenlerden sakınmak için “hayatında hiç porno izlememiş insan” ifadesi takınmalısınız. Şöyle : kaşlar hafif kalkık, dudaklar biraz “o”, biraz da “ü” gibi, burun delikleri serbest, bakışlar mağrur!
* Sakince yürürken bir anda bir gürültü patlarsa slogandır o. Paniğe kapılıp “İnternete eee-vet, ikshemstıraa baaa-zeeen, Lio-nel Mes-si” gibi bir şeyler saçmalayabilirsiniz, önemli değil. Doğru kafiyeyi hızla kaparsınız.
* Etrafınızda yüzlerce kumaş pantolonlu ve kahverengi deri montlu insan olacak. Onlar, nasıl desem, devlet memuru. Ellerindeki şey de telsiz. Skype’ın elde taşınanı gibi düşünün.
* Aniden VOHHİNYOOOOEEAAYY diye delişmen bir ses çıkararak üzerinize gelen dev bir araç görürseniz “adam haklı beyler” diyerek en yakın ara sokağa dalın. İnsan insana panzer.
* Böyle haklı bir eylemde, böyle kalabalık bir kitle ile yürümekten dolayı çok duygulanıp gözleriniz dolar da gözyaşlarınız inci tanesi gibi süzülmeye başlarsa hemen kendinize gelin. Oleoresin Capsicum o. Biber gazı.
Aziz Kedi
14 Mayıs 2011 Cumartesi
Kelebek
..Zamanı gelmişti bir şeylerin artık. Belki vazgeçiş, belki kaçış, belki de korkusuzca üzerine yürüyüş. Arkaya bakmadan, ağlamadan, ağlatmadan…
Soğuk esen rüzgârlar ve boş ıssız sokaklar… Sessizliğin içinde kopan bir çığlık. Esasında gerekli bir şeydi bu çığlık. Bir şeyleri hatırlatan, ama bu hatırlatışın yanında birden çok duyguyu aynı anda yaşatan… Sessizliğin içinde sesten başı ağrıyan bir Burak. Tahammülü zor olsa da dayanmayı öğrendim buna. Yine bir kaybın eşiğinde milyonlarca soru işareti. Muammanın esir aldığı bir mantalite. Kısmi yaşam, kısmi ölüm. Soğuk bir nefes belkide. Yağmur taneleri hiç bu kadar sert vurmamıştı pencereme. Ve belkide sonbahar hiç bu kadar erken gelmemişti. Kalpte açılan büyük bir yara... Perdelerin üzerindeki bir sürü yama… Karanlıkta kaybolmuş gibi. Gözlerden yaş yerine akan sessiz harfler… Biraz acı, biraz keder ama çok büyük hüsran. Kısır döngünün tam ortasında bir yaşam. Ne kadar yaşam denirse tabii...
Bir şeyleri beklemekten sıkıldım. Bu savaş, bu acı, bunca gözyaşı ne uğruna?
Bilinmezlik. Bunun yanında çok ince birkaç çizgi. Gerçekten prestij kaybına uğramış birkaç duygu. Bunun beraberinde getirdiği büyük bir kaos. Kaosun benden alıp götürdüğü birkaç kavram. Kaybettiğim bu kavramların eksikliğini hissetmeye başlama evresi. Daha sonra fark ediyorum ki bu kaos beni benden götürmüş uzaklara, çok uzaklara. Yani kayıplarda bir Burak... Belkide olması gereken buydu. Bunca yıl haykırmayışımın bir sonucuydu bu…
Kalabalık ve kırık kaldırımların üzerinde gereksiz egoları tatmin etmek için yapılan yürüyüşler… Bu kalabalığın içinde yalnızlık. Hak edilmeyen yaşam. İşte “ kelebek” burada gün yüzüne çıkıyor. Bir kuşun kanadındaki kıvılcım belkide bunca yangını çıkartan. Yanmaya hazır bir kalp, bu kalbin üzerinde alkol. Ve bitkin, inançsız bakışlar. Yara bere içinde bir yüz. Yorgun gülümseler, kurumuş yapraklar ve gelen bir güz. Elveda demek için kalkan eller bu sefer dua etmek için kalkıyor. Yalvarış, haykırış ve biraz isyan belkide… “Neden?” diye sormaya cesareti kalmamış bir insan. Boş bakan gözler. boş konuşan bir dil... Küfredilen bir yaşam... Ve bunların hepsine sahip bir Burak. Tutunacak birkaç tane ama sağlam dal ve yeniden başlayan kelebek etkisi...
Soğuk esen rüzgârlar ve boş ıssız sokaklar… Sessizliğin içinde kopan bir çığlık. Esasında gerekli bir şeydi bu çığlık. Bir şeyleri hatırlatan, ama bu hatırlatışın yanında birden çok duyguyu aynı anda yaşatan… Sessizliğin içinde sesten başı ağrıyan bir Burak. Tahammülü zor olsa da dayanmayı öğrendim buna. Yine bir kaybın eşiğinde milyonlarca soru işareti. Muammanın esir aldığı bir mantalite. Kısmi yaşam, kısmi ölüm. Soğuk bir nefes belkide. Yağmur taneleri hiç bu kadar sert vurmamıştı pencereme. Ve belkide sonbahar hiç bu kadar erken gelmemişti. Kalpte açılan büyük bir yara... Perdelerin üzerindeki bir sürü yama… Karanlıkta kaybolmuş gibi. Gözlerden yaş yerine akan sessiz harfler… Biraz acı, biraz keder ama çok büyük hüsran. Kısır döngünün tam ortasında bir yaşam. Ne kadar yaşam denirse tabii...
Bir şeyleri beklemekten sıkıldım. Bu savaş, bu acı, bunca gözyaşı ne uğruna?
Bilinmezlik. Bunun yanında çok ince birkaç çizgi. Gerçekten prestij kaybına uğramış birkaç duygu. Bunun beraberinde getirdiği büyük bir kaos. Kaosun benden alıp götürdüğü birkaç kavram. Kaybettiğim bu kavramların eksikliğini hissetmeye başlama evresi. Daha sonra fark ediyorum ki bu kaos beni benden götürmüş uzaklara, çok uzaklara. Yani kayıplarda bir Burak... Belkide olması gereken buydu. Bunca yıl haykırmayışımın bir sonucuydu bu…
Kalabalık ve kırık kaldırımların üzerinde gereksiz egoları tatmin etmek için yapılan yürüyüşler… Bu kalabalığın içinde yalnızlık. Hak edilmeyen yaşam. İşte “ kelebek” burada gün yüzüne çıkıyor. Bir kuşun kanadındaki kıvılcım belkide bunca yangını çıkartan. Yanmaya hazır bir kalp, bu kalbin üzerinde alkol. Ve bitkin, inançsız bakışlar. Yara bere içinde bir yüz. Yorgun gülümseler, kurumuş yapraklar ve gelen bir güz. Elveda demek için kalkan eller bu sefer dua etmek için kalkıyor. Yalvarış, haykırış ve biraz isyan belkide… “Neden?” diye sormaya cesareti kalmamış bir insan. Boş bakan gözler. boş konuşan bir dil... Küfredilen bir yaşam... Ve bunların hepsine sahip bir Burak. Tutunacak birkaç tane ama sağlam dal ve yeniden başlayan kelebek etkisi...
Pisliğin silüeti " son bir sene"
Kirli ile pisliğin farkını öğrendim.
Pisliğin küçüğünün büyüğünün olmadığını ancak,
Pisliklerin birleşerek çok daha büyüdüğünü,
Pisliğin ebediyen pislik olacağını öğrendim.
Lakin bir pisliğin ne kadar çabalarsa çabalasın katiyen kimseyi kirletemeyeceğini,
İnsanın pisliği bile sevebileceğini,
Bunun onu kirletmediğini öğrendim.
Ne kadar yüksek görünürse görünsün hiç yükselmediğini,
Asıl sorunun kendi bakışımda olduğunu öğrendim.
Bir pisliği değiştirmeye çalışmanın hiçbir işe yaramadığını,
Onu kabul edeceksem olduğu gibi etmeyeceksem siktir etmeyi öğrendim.
Bir pisliğin bile güzel parçasının olabileceğini
Pisliğin bir parçada bile olsa bazen bütüne yansıdığını öğrendim.
Ve…
Aykırı parçaların pislik olmadığını, olamayacağını,
Acı da verse onunla yaşamayı öğrendim.
Zekânın tek başına bir boka yaramadığını,
Oturarak bir yere varılamadığını,
Aklın, ne kadar engel olursa olsun işe yaradığını,
Ne kadar kaçsam da acının da varlığını,
Her şeye rağmen yaşamın güzelliğini,
Seni kimsenin pisletemeyeceğini öğrendim.
Pisliğin küçüğünün büyüğünün olmadığını ancak,
Pisliklerin birleşerek çok daha büyüdüğünü,
Pisliğin ebediyen pislik olacağını öğrendim.
Lakin bir pisliğin ne kadar çabalarsa çabalasın katiyen kimseyi kirletemeyeceğini,
İnsanın pisliği bile sevebileceğini,
Bunun onu kirletmediğini öğrendim.
Ne kadar yüksek görünürse görünsün hiç yükselmediğini,
Asıl sorunun kendi bakışımda olduğunu öğrendim.
Bir pisliği değiştirmeye çalışmanın hiçbir işe yaramadığını,
Onu kabul edeceksem olduğu gibi etmeyeceksem siktir etmeyi öğrendim.
Bir pisliğin bile güzel parçasının olabileceğini
Pisliğin bir parçada bile olsa bazen bütüne yansıdığını öğrendim.
Ve…
Aykırı parçaların pislik olmadığını, olamayacağını,
Acı da verse onunla yaşamayı öğrendim.
Zekânın tek başına bir boka yaramadığını,
Oturarak bir yere varılamadığını,
Aklın, ne kadar engel olursa olsun işe yaradığını,
Ne kadar kaçsam da acının da varlığını,
Her şeye rağmen yaşamın güzelliğini,
Seni kimsenin pisletemeyeceğini öğrendim.
Yapraklar "aşk"
Gönlün isterken aklın ''dur'' der. Duramazsın... Kalbine girdiyse bir kere olmaz. Ne kadar acı verirse versin hayaller bile yaşatmaya yeter onu. Arsız otlar gibidir. Tek farkı güzeldir. Hayali bile güzelse kendisi nasıldır dersin. Çabalarsın. Bazen oturup düşünürsün: ''Ne yapıyorum ben?..'' Kararlar alırsın, yeminler edersin. Hepsi boş... Bilirsin, çıkaramazsın hayatından. Hem çıkarmak da istemezsin. Kendini kandırırsın sadece. Tüm ruhunla onu arzularken, tüm ruhunla güzelliğini hissederken neden çıkarasın ki?
Bazen nefes alamazsın. Kendi sesini duyamazsın. İçindeki ses avaz avaz bağırır oysaki... Sonra tekrar durursun. Düşünürsün. İşte o an ses kulaklarında avaz avaz çınlar. Tokat gibi karşında. Ağlarsın. Ağlayabilirsen şanslısın. Ya ağlayamadığın zaman... Göz yaşların tersine doğru akar. Acın kadar gözyaşı barındırırsın, her seferinde de artar. Zaman geçer, bir an gelir tekrar umutlanırsın. ''Salak!'' dersin kendine... Ama içindeki diğer sen duymaz yine seni... Bir anlık tebessüm sayısız hayali getirir aklına... Sonra tekrar başa dönersin...
Oysaki bilmezsin neler kaçırırsın. Aşk denen şey bu mudur? Yoksa bu, sadece takıntı mıdır? Ömrün bu soruyla geçecek belki de... Ne olursa olsun bildiğin tek gerçek acı çektiğindir. Yine de vazgeçemezsin; çünkü o güzeldir. Hayali bile güzeldir...
H.K
Bazen nefes alamazsın. Kendi sesini duyamazsın. İçindeki ses avaz avaz bağırır oysaki... Sonra tekrar durursun. Düşünürsün. İşte o an ses kulaklarında avaz avaz çınlar. Tokat gibi karşında. Ağlarsın. Ağlayabilirsen şanslısın. Ya ağlayamadığın zaman... Göz yaşların tersine doğru akar. Acın kadar gözyaşı barındırırsın, her seferinde de artar. Zaman geçer, bir an gelir tekrar umutlanırsın. ''Salak!'' dersin kendine... Ama içindeki diğer sen duymaz yine seni... Bir anlık tebessüm sayısız hayali getirir aklına... Sonra tekrar başa dönersin...
Oysaki bilmezsin neler kaçırırsın. Aşk denen şey bu mudur? Yoksa bu, sadece takıntı mıdır? Ömrün bu soruyla geçecek belki de... Ne olursa olsun bildiğin tek gerçek acı çektiğindir. Yine de vazgeçemezsin; çünkü o güzeldir. Hayali bile güzeldir...
H.K
Kafes
Üşüyorsun.
Sonucu belli olan şeyleri üşenmeden kafanda tekrar tekrar kuruyor, tekrar tekrar yaşıyorsun. ZOR zanaat ve aptalca... Hele ki çıkışın yönünü biliyorsan; ama bir şeylerden vazgeçip de çıkamıyorsan daha da aptalca. Israr anlamsız. Bunu da biliyorsun. Zaaflarına sarılıyorsun. İçindeki kapandan hem kaçmak istiyorsun hem de ayaklarını prangaya vuruyorsun. Tüm bunların nedenini ''sevgi''ye ''aşk''a bağlıyorsun. Sonra diyorsun ki bu takıntı. Eğer takıntıysa bırak gitsin; ama bırakmıyorsun. Bazen de bırakmaya çalışıyor bırakamıyorsun.
Üşüyorsun. Uykun geliyor; daha da üşüyorsun. Tüm bunları biliyorsun. Kendi kendine soruyorsun: ''Biliyorsun da neden üşüyorsun?''
Evet, dışarda fırtına var...
H.K
Sonucu belli olan şeyleri üşenmeden kafanda tekrar tekrar kuruyor, tekrar tekrar yaşıyorsun. ZOR zanaat ve aptalca... Hele ki çıkışın yönünü biliyorsan; ama bir şeylerden vazgeçip de çıkamıyorsan daha da aptalca. Israr anlamsız. Bunu da biliyorsun. Zaaflarına sarılıyorsun. İçindeki kapandan hem kaçmak istiyorsun hem de ayaklarını prangaya vuruyorsun. Tüm bunların nedenini ''sevgi''ye ''aşk''a bağlıyorsun. Sonra diyorsun ki bu takıntı. Eğer takıntıysa bırak gitsin; ama bırakmıyorsun. Bazen de bırakmaya çalışıyor bırakamıyorsun.
Üşüyorsun. Uykun geliyor; daha da üşüyorsun. Tüm bunları biliyorsun. Kendi kendine soruyorsun: ''Biliyorsun da neden üşüyorsun?''
Evet, dışarda fırtına var...
H.K
Geçen gece twitterdan insanlar bir organizasyon iptal olduağu için açıkta kalan 500 kuru pastayı biyerlere hayrına yollamay çalışıyodu. Zenginler yemekten-eğlenceden vazgeçince, olayı hemen hayır işine çeviriyorlar. Tamam pastalar birilerine gitsin ama normal zamanda da gitsin. G*tlek zenginler! Fakyu zengin pipıl tamam mı!! ola ki bi işleri çıktı, bunları fakamadınız. O zaman da fakirleri mi düdükletecekler mal boşa gitmesin diye. Bu kafa aynı kafa!
TRT bir sürü ne olduğu anlıaşılmayan halı dekorlu kanal açacağına, bütçesini uyduruk programlara aktaracağına, örneğin 4 kanalı açsa ne olur? Kanallardan 4ü de nostalji. Aslında zaman makinesi. Kanallar sırasıyla 10-20-30 ve 40 yıl önce TRT o saatte ne yayınlıyorsa onu yayınlıyacak. Cumartes karaşimşek, pazarları aynı satte pazar konseri ve Voltron, artık kuzeyde bir yer mi dersiniz, yoksa kavanozdaki adam mı hepsini aynı saatlerde yayınlarsın. Aşırı zor bişey olduğunu sanmıyorum. Kanallar kapalı olduklarında da aynı trip olacak. Saat göreceğiz. Yaratıcı bi fikir gibi. Gerçi hoş, haftasonları eski amerikan filmlerini yayınlıyor ve hepsini izliyor olsam da daha değişik şeyler de görmek istiyor insan. Müzikleri de çok iyiydi. Geçtiğimiz yıllarda yapılan anketin sonuçları da şöyle oluşmuş:
Star Wars (1977); John Williams
Gone with the Wind (1939); Max Steiner
Lawrence of Arabia (1962); Maurice Jarre
Psycho (1960); Bernard Herrmann
The Godfather (1972); Nino Rota
Jaws (1975); John Williams
Laura (1944); David Raskin
The Magnificent Seven (1960); Elmer Bernstein
Chinatown (1975); Jerry Goldsmith
High Noon (1952); Dimitri Tiomkin
The Adventures of Robin Hood (1938); Erich Wolfgang Korngold
Vertigo (1958); Bernard Herrmann
King Kong (1933); Max Steiner
E.T. the Extra-Terrestrial (1982); John Williams
Out of Africa (1985); John Barry
Sunset Boulevard (1950); Franz Waxman
To Kill a Mockingbird (1962); Elmer Bernstein
Planet of the Aples (1968); Jerry Goldsmith
A Streetcar Named Desire (1951); Alex North
The Pink Panther (1964); Henry Mancini
Ben-Hur (1959); Miklos Rozsa
On the Waterfront (1954); Leonard Bernstein
The Mission (1986); Ennio Morricone
On Golden Pond (1981); David Grusin
How the West Was Won (1962); Alfred Newman
Gerçi 75 yapımı Jaws ve 68 yapımı Planet of the Aples'ın müziklerini beğenmesemde insanlar beğenmiş. Lan. Bunların en az bi 6-7 tanesini izlememişim olum ben. :/ Büyük bi eksiklik.
Velhasıl TRT bu fikri değerlendirmeli. Mail de atacam zaten. Himen falan izleriz fena mı olur?
Star Wars (1977); John Williams
Gone with the Wind (1939); Max Steiner
Lawrence of Arabia (1962); Maurice Jarre
Psycho (1960); Bernard Herrmann
The Godfather (1972); Nino Rota
Jaws (1975); John Williams
Laura (1944); David Raskin
The Magnificent Seven (1960); Elmer Bernstein
Chinatown (1975); Jerry Goldsmith
High Noon (1952); Dimitri Tiomkin
The Adventures of Robin Hood (1938); Erich Wolfgang Korngold
Vertigo (1958); Bernard Herrmann
King Kong (1933); Max Steiner
E.T. the Extra-Terrestrial (1982); John Williams
Out of Africa (1985); John Barry
Sunset Boulevard (1950); Franz Waxman
To Kill a Mockingbird (1962); Elmer Bernstein
Planet of the Aples (1968); Jerry Goldsmith
A Streetcar Named Desire (1951); Alex North
The Pink Panther (1964); Henry Mancini
Ben-Hur (1959); Miklos Rozsa
On the Waterfront (1954); Leonard Bernstein
The Mission (1986); Ennio Morricone
On Golden Pond (1981); David Grusin
How the West Was Won (1962); Alfred Newman
Gerçi 75 yapımı Jaws ve 68 yapımı Planet of the Aples'ın müziklerini beğenmesemde insanlar beğenmiş. Lan. Bunların en az bi 6-7 tanesini izlememişim olum ben. :/ Büyük bi eksiklik.
Velhasıl TRT bu fikri değerlendirmeli. Mail de atacam zaten. Himen falan izleriz fena mı olur?
12 Mayıs 2011 Perşembe
11 Mayıs 2011 Çarşamba
Aşık olamamayı anlat aşık olmuşa, anlatki yaşadığının adını koyabilsin..
Ölmeyi anlat yaşamayı bilmeyene....
Gönül gözüyle görmeyi anlat, gördüğünü zannedenlere..
Yada kör olmayı anlat, herşeyi görüpte acı çekenlere;
Kalbi pas tutmuşa sevmeyi anlat...
Ağlamamayı onur sayana gözyaşındaki asaleti anlat...
Hürriyeti anlat hapistekine....
Kuşları bile avlayana vicdanı anlat....
Hayatın güzel renklerini anlat, siyahı anlam bilene...
Afrikadaki bebekleri anlat, offff çekmeyi bilmeyene...
Sonsuzluğu anlat, sınırları olanlara....
Koşmayı anlat, yürümeye üşenene...
Anlamları çoğaltıp boğmayı anlat, hayatının anlamının olmadığını düşünene...
Sevabı anlat günahkara....
Sevabın birazda tadını anlat ot gibi yaşayana
Kelimelerin gücünü anlat, susmayı maharet sayana...
Yada susmanın bazen bilgece göründüğünü anlat boş konuşana...
Hacivatı anlat karagöze, anlat ki yarım olduğunu anlasın onsuz...
Ağaca kuşları anlat, kimlere ev sahipliği yaptığını bilsin...
Güvenmeyi anlat insana, dost aramayı bırakıp birilerine dost olabilsin....
Gururun ne kadar yüksek bir tepe olduğunu ve çıktıkça ne kadar alçalacağını anlat...
Aldatana gerçekte aldattığının kendisi olduğunu anlat, anlatki kendi kendini hançerlediğini fark etsin...
Gülü hatırlatsın diye dikeni anlat, belkide dikeni hatırlatsın diye gülü ...
Elbet biryerlerde seni anlayan mutlaka birinin olduğunu anlat, yanlış anlaşıldığını zannedene...
Zamanın kıymetini anlat hoyrata..
Yüreğinin ta içini anlat anlamayana; anlat ki seni değil yüreğini tanısın
Sevdayı anlat yüreği nasır tutmuşa; anlat ki geri kalan ömrünü gerçekten yaşasın...
Umutsuza güneşi anlat, anlat ki her karanlığın sonu bir aydınlığa gebedir bilsin...
Gözlerle değil yürekle bakmayı anlat, gözleri görmeyene; anlat ki gerçek marifet aynada değil aynaya
bakanda onu anlasın...
Ölmeyi anlat yaşamayı bilmeyene....
Gönül gözüyle görmeyi anlat, gördüğünü zannedenlere..
Yada kör olmayı anlat, herşeyi görüpte acı çekenlere;
Kalbi pas tutmuşa sevmeyi anlat...
Ağlamamayı onur sayana gözyaşındaki asaleti anlat...
Hürriyeti anlat hapistekine....
Kuşları bile avlayana vicdanı anlat....
Hayatın güzel renklerini anlat, siyahı anlam bilene...
Afrikadaki bebekleri anlat, offff çekmeyi bilmeyene...
Sonsuzluğu anlat, sınırları olanlara....
Koşmayı anlat, yürümeye üşenene...
Anlamları çoğaltıp boğmayı anlat, hayatının anlamının olmadığını düşünene...
Sevabı anlat günahkara....
Sevabın birazda tadını anlat ot gibi yaşayana
Kelimelerin gücünü anlat, susmayı maharet sayana...
Yada susmanın bazen bilgece göründüğünü anlat boş konuşana...
Hacivatı anlat karagöze, anlat ki yarım olduğunu anlasın onsuz...
Ağaca kuşları anlat, kimlere ev sahipliği yaptığını bilsin...
Güvenmeyi anlat insana, dost aramayı bırakıp birilerine dost olabilsin....
Gururun ne kadar yüksek bir tepe olduğunu ve çıktıkça ne kadar alçalacağını anlat...
Aldatana gerçekte aldattığının kendisi olduğunu anlat, anlatki kendi kendini hançerlediğini fark etsin...
Gülü hatırlatsın diye dikeni anlat, belkide dikeni hatırlatsın diye gülü ...
Elbet biryerlerde seni anlayan mutlaka birinin olduğunu anlat, yanlış anlaşıldığını zannedene...
Zamanın kıymetini anlat hoyrata..
Yüreğinin ta içini anlat anlamayana; anlat ki seni değil yüreğini tanısın
Sevdayı anlat yüreği nasır tutmuşa; anlat ki geri kalan ömrünü gerçekten yaşasın...
Umutsuza güneşi anlat, anlat ki her karanlığın sonu bir aydınlığa gebedir bilsin...
Gözlerle değil yürekle bakmayı anlat, gözleri görmeyene; anlat ki gerçek marifet aynada değil aynaya
bakanda onu anlasın...
9 Mayıs 2011 Pazartesi
Ben karar veremem tamam ama bazı şeylere (tamam aslında her şeye) çok heveslenirim. Bu da onlardan biri.. Ben öyle çabuk heveslenip sonra sıkılanlardan değilim. Aylar önce heveslene heveslene aldığım ayakkabıma şu anda aşığım.
Neyse yani ilk olarak resimlere bakıyodum nette (ben de canı sıkılınca görsellere aklına geleni yazıp fotolara bakanlardanım). Issız çölde ıslı bir kız adında bir bloğun resmi çıktı. ben de bu resmi de siteyide çok beyendim. Ben o zamanlar (ve hala da) bu blok işi hakkında pek bir şey bilmiyodum. artık öğreneceğiz hemen eziklemeyin.
Blog çok samimi ve çok hoştu. Ondan sonra blogger (blog sahiplerine galiba böyle deniyor.yanlışsa da afedersiniz cahilliğime verin :) ... ondan sonra blogger.. blogger... aman allahım cümlemi unuttum. tabii öyle uzun uzun başka konulara dalıp zar zor parantezi kapatırsan böyle olur...
Yani kısaca blogu çok beğendim ve baya da önünde oturup yazıları okudum. Ben de böyle bir bloğa sahip olmak istiyordum. Bilmem onun kadar başarılı olabilecek miyim?
İlk başta günlüğümü sanki okuyucularıma yazar gibi bir blogger (bu kelimeyi fazla kullanıyorum ama inşallah yanlış değildir:) yazdım.
O kadar heveslenmiştim ki benim için günlük değilde aylık olan (ki ben ona genelde öyle diyorum) defteri günde bir iki kez elime alır oldum, yazacak bir şey bulamayınca düşündüm durdum bazen saçmaladım...
Şimdi bir bloğum var ve çok mutluyum umarım bunu devam ettirebilirsem yılın en önemli olayı bu olacak benim için.
İlk yazımın sonundayım ve size (kimse yok ama bir gün biri benim yazılarımı okursaumarım heyy sana diyorum) nice mutluluklar diliyorum...
Neyse yani ilk olarak resimlere bakıyodum nette (ben de canı sıkılınca görsellere aklına geleni yazıp fotolara bakanlardanım). Issız çölde ıslı bir kız adında bir bloğun resmi çıktı. ben de bu resmi de siteyide çok beyendim. Ben o zamanlar (ve hala da) bu blok işi hakkında pek bir şey bilmiyodum. artık öğreneceğiz hemen eziklemeyin.
Blog çok samimi ve çok hoştu. Ondan sonra blogger (blog sahiplerine galiba böyle deniyor.yanlışsa da afedersiniz cahilliğime verin :) ... ondan sonra blogger.. blogger... aman allahım cümlemi unuttum. tabii öyle uzun uzun başka konulara dalıp zar zor parantezi kapatırsan böyle olur...
Yani kısaca blogu çok beğendim ve baya da önünde oturup yazıları okudum. Ben de böyle bir bloğa sahip olmak istiyordum. Bilmem onun kadar başarılı olabilecek miyim?
İlk başta günlüğümü sanki okuyucularıma yazar gibi bir blogger (bu kelimeyi fazla kullanıyorum ama inşallah yanlış değildir:) yazdım.
O kadar heveslenmiştim ki benim için günlük değilde aylık olan (ki ben ona genelde öyle diyorum) defteri günde bir iki kez elime alır oldum, yazacak bir şey bulamayınca düşündüm durdum bazen saçmaladım...
Şimdi bir bloğum var ve çok mutluyum umarım bunu devam ettirebilirsem yılın en önemli olayı bu olacak benim için.
İlk yazımın sonundayım ve size (kimse yok ama bir gün biri benim yazılarımı okursaumarım heyy sana diyorum) nice mutluluklar diliyorum...
Bu Nihat-Pascal mücadelesi ne kadar eğlenceli bişey öyle. Baba saldırıyor, erkekler ayırmaya çalışıyor, kızlar ağlıyor, Pascal bidaha saldırıyor, kızlar çığlık atıyor, Acun olaya el koyuyor, sonra Pascal diskalifiye oluyor. Çok eğlenceli lan ! :) Ama pascal neden discalifiye oldu anlamadım. Bence durmalıydı. Aslında varya.. Ana, aklıma ne geldi. Sakın pascal Nihatı dövemedi diye elenmiş olasın. Valla olabilir :)
Aboooovvvvvv, yazılıyor lan! Bu daha ilk yazım, nasıl heycanlıyım anlatamam. Klavye tuşları basmıyor sanki. (!) vs vs.
Bir değişim seziyorum yakınlarda. Diğerlerinden farklı bu. Yapılabilirlk ne seviyede onu bilemem, ama zorlamıyacağı gerçeği de var elimizde.
"Ne yapıyon bilader sen" derseniz eğer anlatıyım. Okuyom ben yöaa. Bunun dışında eğlenirim. Ekşi ye yazıyorum, yorum yapıyorum, yorum yapılmasına ortam hazırlıyorum. Daha başka twit takılıyorum, çizgi film izliyor, karika çiziyorum.Gündem takip eder, gülerim. Yaz arkadaşım, 10 bin kadınla nasıl birlikte oldum.
Lan! Bak tedirginlik kapladı içimi. Daha yeni açtık sayfamızı, blog kapatma furyasına biim blog u da dahil etmesinler! Daha yazacam. Şimdi kaçar. Ders başlıyacak olum!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)